2 Nisan 2010 Cuma

Bilinçdışı Kayıtlarımız ve "Sarkaç"

Doğduğumuz anda beyaz ve boş bir sayfayla başlarız hayata. Zaman geçtikce hayatı deneyimleriz; gözlemleriz, tadarız, koklarız, duyarız ve bu kayıtları unuttuğumuzu zannederiz. Oysa bizim hiç düşünmediğimiz anlar orada, bilinçdışının sularında sisler içinde yüzer, derinlere batıp kaybolmaz. Şunu unutmamak gerekir, eğer yaşadığımız bir anın duygusu varsa, mutlaka bilinçdışında kaydı da vardır.

Bu noktaya kadar her şey yolunda. Peki bizim isteğimiz dışında tuttuğumuz kayıtlar ne işe yarar? En temelde bu kayıtlar hayatta kalmamızı kolaylaştırmaya çalışır. Varlığımızı koruyan bir sistemdir bu kayıtlar. Eğer hayatımızı gerçekten kolaylaştırıyorsa sorun yok. Peki ya hayatımızı zorlaştırıyorsa? Kendimizi bir sarkaç olarak düşünelim, tam orta noktadayken dengedeyizdir; ancak bu yanlış kayıtlar sarkacı dengeden çıkarır ve bazen sağa bazen sola kaymasına neden olur. Ve çoğunlukla bu durumun farkında olmayız.

Bir önceki yazımda ‘duygu’dan yola çıkıp duyguların hayatımızı nasıl etkilediğinden bahsetmiştim. Bu yazıda bunu biraz daha genişletip içine ‘Düşünce’ ve ‘Madde’yi de koyacağım. Temel şablon içten dışa şu şekilde ilerler: Düşünce, Duygu ve Madde. Madde her şeyi çevreler, örter. Biraz önce bahsettiğim sarkacın sağında ya da solunda durduğumuzda bunu ilk 'maddede' deneyimleriz. Maddeden sadece etrafımızı çevreleyen cisimleri anlamak doğru değil, buna davranışlarımızı da ekleyebiliriz.


Örneklerle bu bilgileri açıklamaya çalışayım. Bir hipnoz seansı sırasında, bir maddeye karşı duyduğum aşırı ilginin önce duygusunu sonra da düşüncesini keşfettim. Bu seansta birden babamla karşılıklı keşkül yerken gördüm kendimi. Bu anı, o zamana kadar tamamen unuttuğumu sandığım bir anıydı ama ORADAYDI. Biraz zihnimi kurcaladım ve şunları hatırladım. Belki 4, belki 5 yaşındayken babamla hafta sonları dışarı çıkardık. Ve hep aynı pastaneye gidip karşılıklı keşkül yerdik. Genellikle annem dışarda yenilen şeylere karşı çıkar ve beni uzak tutmaya çalışırdı. Bu yüzden babam benden bir söz isterdi. Anneme keşkül yediğimizi söylememe sözü. Bu satırları yazarken gülümsüyorum çünkü bir gün 'keşkül yemek' üzerine bir yazı yazacağımı hiç tahmin etmezdim. Bu 'maddenin' yani keşkülün altındaki duygu değerlilik duygusuydu. 4 yaşında bir çocuk sadece onun ve babasının bildiği bir anı paylaşıyordu. Söz verilmişti, bu anı başka kimse bilmeyecekti. İşte tam bu noktada keşkül artık sıradan bir tatlı olmaktan çıkıyor ve bir sembole dönüşüyordu. 'Değerlilik' duygusunun sembolüne...

Peki düşüncesi neydi bu anın? Bir sırrı paylaşıyorsan değerlisin, sevilensin. Bu tarz tatlıların kimyasal etkilerini de işin içine katarsak istisnasız özel hayatımda yaşadığım tüm olumsuz zamanlarda bazen 4, bazen 5 porsiyon keşkül ya da benzeri bir tatlı yememin sebebini açıklamam zor olmaz. Tekrar sevilen ve değerli hale dönebilmek için… İşte benim hatalı kodlamam burdaydı. Değerlilik duygusu bir anda ya da dışarıdaki birisinde saklı değildi. Bu duygu benim içimde ve sürekliydi. Bunu fark etmek cok uzun zamanımı aldı. Düşünün, kilo problemi olan bir adam değilim ancak obezite seviyesinde kilo problemim olabilirdi ve o zaman doktorum bana böyle bir tatlıyı yasaklasa dahi ben bu yasağa ne ölçüde uyabilirdim? Bilinçdışı daima bilinçten daha güçlüdür ve hayatımıza etkisi daha fazladır, bunu hiçbir zaman unutmamak gerekir.

Bir hocam bana şu anısını anlatmıştı: 'Ne zaman kendimi mutsuz ve huzursuz hissetsem acılı çiğ köfte yiyorum ve sonradan fark ettim ki (ailesinde küçükken hep bir araya gelinip çiğ köfte yapılır ve hep beraber yenirmiş) çiğ köfte yediğim zaman çocukluğumdaki o ana geri dönüyorum' demişti. Bu verdiğim ikinci örnek, ilk verdigim örnekle neredeyse aynı aslında; tek farkla, keşkül gitti yerine çiğ köfte geldi. Ancak sorun şurda; bahsettiğim hocamın reflü ve mide problemi vardı ve yediği acılı çiğ köfte sağlığını olumsuz etkiliyordu.

Şu ana kadar bir maddeye karşı aşırı ilginin örneklerini verdim, peki sarkaç tam ters yöne doğru giderse ne yapıyoruz? Kendimizi kısıtlıyoruz ve hatta çoğu zaman farkında bile olmadan kendimize yasaklar koyuyoruz.

Varlıklı bir ailenin tek çocuğu olan bir arkadaşım ilkokula başladığı yıl, farklı renklerde defterlerden sayfaları keserek birleştiriyor ve yeni defterler yapıyormuş. Yaptığı bu defterleri de arkadaşlarına satıyormuş. Durumu gören öğretmen, babasını çağırıp olanları anlatmış. O gün babası çocuğuna kızıp herhangi bir şey satmasını yasaklamış. Arkadaşım bana bu anısını anlattığında ona şunu sordum: ‘O an baban sana kızdığında ne hissetin?’ dedim. ’Yanlış yaptığım için suçlu hissettim’ cevabını verdi. Sonra vereceği cevabı tahmin ederek ona şunu sordum: ‘O günden sonra herhangi bir şekilde bir şey sattın mı?' Cevabı 'Hayır'dı. Kısacası öğretmen şikayet ettiği için baba yasak koymuştu ve çocuk babasının istediği gibi o günden sonra bir şey satmaya calışmamıştı; ancak baba istemeden de olsa çocukta SUÇLULUK duygusu bırakmıştı. Bir şeye yasak koymak en kolay ve en işe yaramayan ‘çözümdür' ve malesef ebeveynler çocuklarını yetiştirirken yasak koymayı, yaratıcı çözümler bulmaya her zaman tercih ederler.

Yazımı bitirirken şunu düşünmenizi rica ediyorum: Sizi yetiştirirken ebeveynleriniz, ya da dışarıdaki herhangi biri size neyi yasakladı ve siz bu yasağı yıllarca hiç bozmadınız, hatta bir an olsun o yasağın nedenini ya da kendi içinde mantığını düşünmediniz? Bunu bulduktan sonra ikinci ve üçüncü adımı biliyorsunuz… Sizde kalan duygu ve o yasağın sizde bıraktığı duşünce neydi?

Doğuş Şengül

Hiç yorum yok: