29 Ocak 2010 Cuma

Erkeğin Arayışı


Erkek de kadın da içgüdüsel olarak "birliktelik" eylemini gerçekleştirmek için hareket eder. Erkeğin arayışı her zaman Kutsal Kâse’nin arayışı ile sembolize edilmiştir. Kutsal Kâse (Holy Grail-Saint Graal) aslında dişilikle ilgili bir semboldür.

Erkeğin bu evrensel birleşmesi, aslında Jung’un deyimiyle kendi içindeki kadınla birleşmesi ya da daha geniş açıdan bakarsak Evren’deki dişi ve erkek güçlerin bir birlikteliğidir. Erkek primer anima figürünü anneden aldığı için aslında bu birleşme, bir başka erkeğin, babanın, dişisi olan anneden koparak kendi dişisini bulma yönünde inisiyatik bir yolculuğudur aynı zamanda. Ancak bu anne etkisinden kurtulmak çok da kolay değildir.


Anne etkisinin atılması mit ve efsanelerde değişik şekillerde karşımıza çıkar. Yukarıda belirttiğimiz Kutsal Kâse’nin aranması mitlerinde bu çok güzel gösterilmiştir. Bu temayı Johnson (He, Erkek Psikolojisini Anlamak, 1992), Perseval ve Kutsal Kâse efsaneleri üzerinden okur:

“Annesini bulmaya giden Parsifal, kendisi ayrıldıktan kısa süre sonra onun ölmüş olduğunu öğrenir. Kadıncağız, oğlunun ayrılığına dayanamamış ve üzüntü içinde göçüp gitmiştir. […] Doğal olarak, Parsifal annesinin ölümünden dolayı kendini suçlar ve pişmanlık duyar. Ama bu suçluluk ve pişmanlık genç adamın erkeksi gelişmesinin kaçınılmaz bir bölümüdür. Hiçbir oğul, şu ya da bu biçimde annesine ihanet etmeden erkekliğe ulaşamaz. Eğer onun gönlünü hoş tutmak için yanında kalacak olursa, yaşamı boyunca anne kompleksinden kurtulamaz. Çoğunlukla anneler, oğullarını dizleri dibinden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Onları, kendilerine bağlı kalma yönünde koşullandırmaya çalışırlar. Eğer oğul, annesinin bu kurnazlığına kapılırsa, erkeklik yönü tehlikeli sarsıntılar geçirir. Annesine karşı ihanet ya da sadakatsizlik sayılsa bile oğul, ondan uzaklaşmalıdır. Öte yandan, annenin de oğlundan ayrılmanın üzüntüsüne katlanmayı öğrenmesi gerekir. Tam bir bağımsızlık kazandıktan ve sevgisini, kendi yaşında bir başka kadına verdikten sonra oğul, yine annesine dönebilir ve -eğer sağ bulursa- ana ile oğul arasında başlangıçtakinden değişik bir düzeyde, yeni bir bağ kurulabilir. Parsifal’in annesi, oğlunun dönmesinden önce ölmüştür. Belki de o, kadın birey olmayı bilmeyen, varlığını ancak bir anne olduğu sürece devam ettirebilen ve o rol elinden alınınca psikolojik açıdan ölen kadın türünün temsilcisi idi.”

Eğer erkek, anne etkisinden çıkamazsa trajik ilişkiler yaşanır. Ya da toplumumuzda çok sık rastlandığı gibi erkeğin böyle bir derdi yoktur. Ona ve çocuklarına annelik yapacak ve bundan mutlu olacak bir kadın bulur ve ömür boyu “mutlu ve mesut” (!) yaşarlar. Erkek bu inisiyatik yolda yürümeyi başarır da annesinin etkisinden kurtulabilirse, onu farklı bir yol bekler. Bu da sevgili bulmak ve onunla aşk yaşamaktır. İşte burada bu “arayış” içinde olan erkekten söz edeceğiz. Bu arayış klasik “mutlu yuva” kurmak isteyen erkeğin arayışı ile temelde aynı olmasına karşın, aşkınlığı açısından çok daha farklıdır. Çünkü artık bu arayış fiziksel ihtiyacın ötesine geçerek “inançsal” bir kalıp da almıştır.


Bu arayış, “aşkın bir arayış”a dönüşmüş ve bu erkeğin “tanrısal”, “kutsal” ve “romantik” bir aşk yaşaması kaçınılmaz hale gelmiştir. Animasını annesinden kurtaran erkek, gerçekten bu yeni duruma alışabilmiş değildir. Eski kalıpları terk etmesi ona tanınmadık, bilinmedik, farklı bir anima sunar. Oysa erkek buna çok yabancıdır. Bir Terra Incognita olan bu anima, erkeğin aslında aradığı sevgiliyi “deneme-yanılma” yöntemi ile de bulmasına neden olur. Erkek karşısına çıkan ve onu etkileyen kadına Anima figürünü yüklemeye çok heveslidir. Bu bilinemeyen gizemli Anima, aynı zamanda tanrısal bütün özelliklerini de üzerinde taşımakta ve bir Tanrıça gibi görünmektedir. Bu gizem perdesi daha kalkmadığından erkek içindeki bütün tanrısallığı bu Tanrıça’ya yükler, dolayısıyla yeni sevgilisi bu sıradışı nitelendirmeden payını alır. Erkeğin gözünde bu kadın artık bir Tanrıça’dır ve erkeğin davranışları bu yönde seyreder.


Johnson (We, Romantik Aşkın Psikolojisi, 1993) bunu çok iyi tanımlar: “Romantik aşk, herhangi bir biçimiyle aşk değil, fakat aşk ile ilgili tutumların, istem dışı duyguların, ideallerin ve reaksiyonların hepsinin bir bileşiğidir.”

Bu bağlamda romantik aşka düşen erkek, sıradışı bir sevgi duymaya başlar, karşısındakini yüceltir, hatta tapınırcasına bir hayranlık duymaya başlar ve sevgilisinde bulunan bir tür tanrısallığa yönelir.

İkili ilişkilerimizde bunu deneyimlediğimiz olmuştur. Özellikle erkeklerin bu tür tutumları, önceleri kadınlar tarafından anlaşılmasa da, zamanla kabul edilir ve kadın da o rolü oynamaya çalışır.

Bu deneyimin aslında cinsel değil dinsel bir dürtüyü ortaya çıkardığını Johnson (We, Romantik Aşkın Psikolojisi, 1993) çok ilginç bir biçimde ortaya koyar: “Modern kültürümüzün tamamen maddeleşmiş olan ortamında başka hiçbir sığınak bulamayan dinsel içgüdülerimiz; değişik bir kimlikle de olsa, varlıklarını sürdürebilme gayretiyle, gizlice yaşayabilecekleri ve kimsenin onları aramayı akıl edemeyecekleri bir çevreye, romantik aşka göç etmişlerdir. Aşık olduğumuz zamanların dışında yaşamımızın hiçbir anlamı olmadığını sanmamızın sebebi de budur. Yine bu nedenledir ki, romantik aşk, kültürümüzün tek ve en büyük psikolojik gücü haline gelmiştir.”

Bu güç, günümüz için geçerli olduğu gibi, geçmişte de etkili olmuştur. Özellikle Batı Ortaçağı’nda etkili olduğu gibi Anadolu Tasavvuf düşüncesinde de bu tür motiflere rastlarız. Romantik aşka bir de bu gözle bakarsak, aslında yaşanan aşkın deneyimin, dinsel deneyimden çok uzak olmadığını görürüz.

Riane Eisler (Sacred Pleasure, 1995), romantik bir geceyi hayal etmemizi ister. Gerçekten de “romantik bir gece” dediğimizde aklımıza mum, şarap, güzel kokulu bir tütsü ve müzik gelir. Aslında bunların hepsi eski çağların dinsel ritüelleridir. Romantik aşkı dinsel ve ezoterik ritüellerle yaşamak sonuçta erkeğe Tanrı ile bir olabileceği aşkın bir deneyimi de yaşatır. Bu bağlamda Plotinos’un Tanrı’ya aşk ile ulaşılabileceği düşüncesi sapasağlam yerini korur.

Günlük hayatımızda birçok hareketimizde, özellikle sevgi kalıplarımızda, -bu sadece aşk olmayabilir, anne ve babaya, hatta kardeşe olan bağlılıklarda, vatan sevgisinde, spiritüel öğretilerde vs de- bu aşkın semboller karşımıza çıkar ve bizi bloke ederler. Peki, Tristan ve Isolde ya da Romeo ve Julliet yaşasalardı neler olurdu? Bu soru biraz da mizahi olarak hep sorulmuştur. Romantik aşkın süresinin uzun olmadığı söylenir hep. Efsanelerde üç yıl olarak anlatılan bu aşkın süresi, deneyimlerimizde de çok uzun olmamıştır.

Öncelikle kadın bu rolü oynamaktan yorulmaya başlar. O bir Tanrıça değildir ve günahları ve sevapları olan bir insandır, ölümlü bir varlıktır. Herkes gibi yer içer, dışarı çıkartır, kızar ve hatalar yapar. Bu Tanrıça rolü, ilişkinin sürekliliğinin vazgeçilmezi olduğunda kadın için yorucu hatta bunaltıcı olmaya başlar.

Erkek ise, karşısındaki Tanrıça’dan bir Tanrıça’ya uymayan davranışlar gördüğünde önce şaşırır, görmezden gelir ama sonunda o da dayanamaz hale gelir. Karşılıklı anlayış içinde çözülebilecek birçok anlaşmazlık şiddetli kavgalara dönüşebilir. En kötüsü, çiftlerden biri ayrılmayı teklif eder. Bulunan tanrısallığı kaybetme korkusu sürekli bir ayrılık ve barışma şeklinde kendini gösterir.


Sonuç trajik olarak kaçınılmaz bir ayrılık ve içine düşülen boşluk olur. Bir de bunun üzerine dinsel temalı bir boşluğun gelmesi yaşamı iyice anlamsızlaştırır.

Oysa “romantik” aşk erkeğin kendi içindeki animasını keşfetmesi açısından kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Animasını karşısındaki kadında sembolleştiren erkek onu daha yakından tanıma fırsatı bulur. Bunu dinsel ya da ezoterik bir deneyim gibi aşkınlaştıracağına bir ölümlü gibi düya koşullarında gördüğünde, erkek kendi animası ile birlikte karşısındaki dişiyi de tanıyarak sağlıklı bir karar verebilecektir. Romantik aşkın “büyüsü” geçince – ki bu her şekilde olabilir; belki bir olay, belki ilk kavga- çifler birbirini tam olarak görmeye başlar. Erkek doğaüstü bir kadın yerine, gerçek bir kadınla karşılaştığında onu tanıması, bilmesi ve sevmesi gerekir. İşte burada gerçek bir ilişkiye atılan adım vardır. Aynı şekilde kadın da bunu paylaşmalıdır. Yoksa olay çiftlerden birinin aniden gidişi ya da “bu işin büyüsü bozuldu”, “umduğumu yaşayamadım” gibi bahanelerle ilişkiyi sonlandırmak istemesiyle biter.
Konumuz erkeğin arayışı olduğundan erkek ile devam edelim. Erkek burada kesinlikle, her şeye rağmen, gerçeklikle yüzyüze gelmek zorundadır. Eğer bu sınavı atlatırsa ve kadın da olanları paylaşırsa Tanrıça erkeğe gerçek bir kadın armağan edecektir. Bunu yapamayıp ayrılan erkek için yeni bir deneyim başlar. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Tanrısallığı, ruh eşini ya da başka bir şekilde adlandırdığı sevgilisini kaybetmiştir. Yeni ve çorak bir dünya içinde anlamsız bir yaşam başlamıştır.

Bu arada erkek için çok daha trajik bir durum daha başlar. Bu kez de ulaşılamamış, “bilinmedik” kalmış olan anima oyunlarını oynar. Erkek daha melankolikleşir, nevrotik davranışlar sergiler hatta ötesinde içine kapanabilir. Hayttan zevk alamaz, nedeni sorulduğunda ise kendi de nedenini bilmediği bir sıkıntı içinde olduğunu söyler. Hatta hastalık hastası olmuştur. Bu anlamsızlık, yeni bir sevgili bulana kadar devam eder. Erkek artık aynı hatayı tekrarlamamak zorundadır. Karşısına yeni çıkan bu kadın bir Tanrıça değil, belki de Tanrıça’nın bir lütfu olan rahibesidir. Erkek bu kadını bir insan olarak her yönüyle tanımak zorundadır. Bu onun yıllardır aradığı parçası değil, karşısına çıkan kanlı canlı bambaşka biridir. Bunu aşkın bir deneyime çevirmek yerinde, maddesel ama karşısındakini ve animasını tanımaya yönelik deneyime çevirdiğinde gerçek bir ilişki başlar. Bu, aynı zamanda erkeğin tanrısal taleplerinden vazgeçmesidir de...

Qualls-Corbett (2001) bunu şöyle açıklar:
“Erkeğin gerçek kadınlarla ilişkilerine her zaman yansıtılmış, anima ile olan bu etkileyici bağlantıda, ergil ego bilinci temel bir aydınlanmaya ulaşır. Aşk tapınağına giren yabancı olarak erkek, öteki ile birleşmek için ego bilincinin bir yönünden vazgeçer. Bu birliğin kendisi, ergil ve dişiliğin eşitliğini simgeler; hiçbiri hükmedici, talepkâr ya da sahiplenici değildir. Anima ile olan bu olumlu ilişki sayesinde, bir erkek yaşamında heyecan verici, etkileyici bir canlılık deneyimler; bir yüke dönüşmüş olan eski düşünce ve değerler artık omuzlarından kalkmıştır.”

Bu şekilde erkek, eşit düzeyde bir aşkı tanımış olur. Bu aşkın sürekliliğini artık “kader” değil kişiler belirler. Bu bağlamda her yaşanan gerçektir. Ne kadar basit değil mi her şey...Sadece anlam yüklemeden tanıyabilmek... Bir o kadar da zor...

Erkek sonunda animasını tanıdığında, artık aradığı mutluluğu bulur. Bu bağlamda Kutsal Kâse sahibine hizmet etmiştir. Hem onu taşıyan kadına, hem de erkeğe.

ERHAN ALTUNAY

Hiç yorum yok: