22 Ocak 2010 Cuma

Aşk, Ayrılık ve Yola Yeniden Çıkış


Aşk üzerine neler yazıldı, neler çizildi... Aşkın Metafiziği’nden popüler kitaplara, ilkçağlardan günümüze kadar, aşk her zaman incelenen bir konu oldu.

Aşk ve ilişkiler konusuna biraz da arketipik açıdan bakalım istedik.

ARAYIŞ...
Jung her erkeğin içinde bir kadın (anima), her kadının içinde de bir erkek (animus) olduğunu söyler. Anima erkek için en önemli kadın figürünü temsil eden kollektif bilinçdışı arketipidir. Erkeği kadınsı hareketlere sürükleyen bu figür aynı zamanda ilişkilerini de belirler. Jung “Her anne ve her sevgili, erkeğin içindeki derin gerçekliği oluşturan, her zaman var olan, bu öncesiz imajın taşıyıcısı olmak zorunda kalır” der. Bir başka deyişle erkek seçimlerini bu figüre göre yapar ve ilişkilerini buna göre yaşar. Aynı şekilde kadın da seçimlerini animus figürüne göre yapar.
“Modern kültürümüzün tamamen maddeleşmiş olan ortamında başka hiçbir sığınak bulamayan dinsel içgüdülerimiz; değişik bir kimlikle de olsa, varlıklarını sürdürebilme gayretiyle, gizlice yaşayabilecekleri ve kimsenin onları aramayı akıl edemeyecekleri bir çevreye, romantik aşka göç etmişlerdir. Aşık olduğumuz zamanların dışında yaşamımızın hiçbir anlamı olmadığını sanmamızın sebebi de budur. Yine bu nedenledir ki, romantik aşk, kültürümüzün tek ve en büyük psikolojik gücü haline gelmiştir.”

Romantik aşka bir de bu gözle bakarsak aslında yaşanan aşkın deneyimin dinsel deneyimden çok uzak olmadığını görürüz.

Riane Eisler (Sacred Pleasure, 1995), romantik bir geceyi hayal etmemizi ister. Gerçekten de “romantik bir gece” dediğimizde aklımıza mum, şarap, güzel kokulu bir tütsü ve müzik gelir. Aslında bunların hepsi eski çağların dinsel ritüelleridir.


Romantik aşkın süresinin uzun olmadığı söylenir hep.
Efsanelerde üç yıl olarak anlatılan bu aşkın süresi deneyimlerimizde de çok uzun olmamıştır. Öncelikle kadın bu rolü oynamaktan yorulmaya başlar. O bir Tanrıça değildir ve günahları ve sevapları olan bir insandır, ölümlü bir varlıktır. Herkes gibi, yer içer, dışarı çıkartır, kızar ve hatalar yapar. Bu Tanrıça rolü, ilişkinin sürekliliğinin vazgeçilmezi olduğunda kadın için yorucu hatta bunaltıcı olmaya başlar.

Erkek ise, karşısındaki Tanrıça’dan bir Tanrıça’ya uymayan davranışlar gördüğünde önce şaşırır, görmezliğe gelir ama sonunda o da dayanamaz hale gelir. Karşılıklı anlayış içinde çözülebilecek bir çok anlaşmazlık şiddetli kavgalara dönüşebilir. En kötüsü, çiftlerden biri ayrılmayı teklif eder. Bulunan tanrısallığı kaybetme korkusu sürekli bir ayrılık ve barışma şeklinde kendini gösterir.

Sonuç trajik olarak kaçınılmaz bir ayrılık ve içine düşülen boşluk olur. Oysa “romantik” aşk erkeğin kendi içindeki animasını keşfetmesi açısından kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Bunu yapamayıp ayrılan erkek için yeni bir deneyim başlar. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Tanrısallığı, ruh eşini ya da başka bir şekilde adlandırdığı sevgilisini kaybetmiştir. Yeni ve çorak bir dünya içinde anlamsız bir yaşam başlamıştır.

Bu anlamsızlık yeni bir sevgili bulana dek devam eder. Erkek artık aynı hatayı tekrarlamamak zorundadır. Karşısına çıkan bu kadını bir insan olarak her yönüyle tanımalıdır. Bu onun yıllardır aradığı parçası değil, karşısına çıkan kanlı canlı bambaşka biridir. Bunu aşkın bir deneyime çevirmek yerine animasını tanımaya yönelik bir deneyime çevirdiğinde gerçek bir ilişki başlar.

Bu aşkın sürekliliğini artık “kader” değil kişiler belirler. Yaşanan her şey gerçektir.

Erkek sonunda animasını tanıdığında aradığı mutluluğu bulur; artık kral olmuştur.
Kral ülkesinin sorumluluğunu alan erkektir. Erkek, kendi ailesinin ve ilişkisinin sorumluluğunu aldığında kral olacaktır. Kadın onu kendi kupası, dişiliği ile beslediğinde kralın gücü artacaktır ve ailesini daha da mutlu edecektir. Ancak erkeğin kral olması da çok kolay değildir. Toplumsal yapı ve anne etkisi onu bu durumdan uzaklaştırır. Kral ancak kayadan saplı kılıcı çekerek kral olur. Kılıcı almasını sağlayacak olan da kadının onda yükselteceği eril enerjidir.

Bu durumda kadın da artık kılıcı elden bırakmalı ve sorumluluğu erkeğe devretmeli ve kadınlığını ele almalıdır. Kral kendisi ile mücadele eden kadından eninde sonunda uzaklaşacaktır. Burada bütün olay kadının üzerine yığılmış gibi duruyor ama gerçekten de tıpkı Tanrıça gibi kadın belirleyicidir.

Kadının bir başka görevi de eril enerjiyi ortaya çıkarmaktır.
Erkeğin içindeki erilliği çıkartmak aslında bir kadının Havva ve Lilith arasındaki, rolünü almasıdır. Erkekten sorumluluğu istemesidir. Bu yavaş ve uzun bir süreç olmakla birlikte, kadının dişil enerjisinin artması ve erkekten talep etmesi ile olanaklıdır. Erkeği tekrar kadının hizmetine çekmek, kaybolmuş bu erkekliği yeniden ortaya çıkartmak ve onun eril enerjisini artırmak günümüz Ana Tanrıça rahibeleri olarak, bu farkındalığı kazanabilen kadınların zaferi olacaktır.

AYRILIK ACISI...
Peki ya durum böyle mutlu son ile bitmezse... O zaman ayrılık kaçınılmaz olur.
Bazen ayrılıklar o kadar acı oluyor ki, kişini kendini toplaması, başkası ile yeniden başlayabilmesi çok zor hatta olanaksız oluyor. Neden bazı ayrılıklar bu kadar acı oluyor, nasıl oluyor da o kişi unutulmuyor. Buna biraz daha yakından bakalım.

Jung’a göre erkeğin içindeki kadın figürü (anima) gibi kadının içinde de bir erkek figür olarak animus vardır demiştik. Animus, kadının erkekler dünyasında varolabilmesini sağlar. Ancak animus, tıpkı erkekte olduğu gibi, kadının ilişkilerini de belirler.

Frieda Fordham, Jung Psikolojisi adlı kitabında şöyle der: : “Normal yaşam sürecinde, animus birçok erkek üzerine yansıtılacaktır. Bu yansıtılma sonucunda, kadın, erkeği kendi gördüğü biçimde, yani animus imajı biçiminde, olduğunu kabul etmektedir ve kadın için, erkeği olduğu durumuyla kabul etmek hemen hemen olanaksızdır. Bu tutum, kişisel ilişkilerde oldukça tedirginilik verebilir. Böylesi ilişkiler ancak erkek kadının kendisi üzerine ürettiği varsayımlara uygun olarak davrandığı sürece düzgün bir biçimde sürüp gider.”

Tabii yukarıdaki paragraf erkek için de geçerlidir. Peki durum bu kadar mekanik midir? Aslında değildir. Çünkü, insan kendi anima ya da animus’unu çok iyi tanımamaktadır.

Eğer biz kendi anima ya da animus’umuzu çok iyi tanımıyorsak, karşımızda bize uygun insanı da tam olarak tanıyamayız. Bu durumda anima ya da animus’a en yakın insan, sevgili olarak karşımıza çıkar.

Bu durum aynı zamanda metafizik bir hal alır. Bu birleşmeye eşlik eden birtakım “işaretler” ortaya çıkar. Birlikte “metafizik” tecrübeler yaşanır. Sonuçta bir “metafizik aşk” ortaya çıkar. Bir masal aleminde büyülü bir aşk yaşanmaya başlar.

Eğer kişiler Anima ve Animus’unu iyi tanıyorlarsa sorun çıkmaz, böyle olmadığı durumlarda ise ilk çelişkiler ve dolayısıyla anlaşmazlıklar çıkar. Burada düşülen en önemli tuzak, Anima ya da Animus’u karşıdaki sevgili üzerinden tanımlamaktır.

Gündelik yaşam kavramlarının karşıdaki sevgili üzerinden tanımlanması gibi Anima ve Animus da bu şekilde tanımlanır; karşıdaki sevgili, bütün eksikliklere rağmen Anima ya da Animus’un yerini alır. İşte o trajik ayrılık anı geldiğinde Anima ya da Animus ile olan bağ da kopar ya da biz öyle zannederiz; çünkü kendi Anima ya da Animus’umuzu tanıyacak yerde karşıdaki sevgili üzerinden tanımlamışızdır.
İşte böylece sorun varoluşsal boyuta taşınır ve hayatın sorgulanması başlar. Genel bir isteksizlik haline melankoli eşlik eder, metafizik bir yas var olmaktadır. Her ne kadar “unuttum” derse de kişi, bir gün bir sembol yine O’nu hatırlatır.

Burada en büyük tehlike, hayata ait bütün tanımların yeniden yapılması olur. “Dışarıda yemek yemek” bir anda “sevgili ile yemeğe çıkmak”; “seyahate gitmek” bir anda “sevgili ile geziye çıkmak”; “sevişmek” sevgili ile sevişmek”; sinemaya gitmek” “sevgili ile sinemaya gitmek” gibi tanımlanır.

“Ben sensiz yaşayamam” kalıbı ardında yatan tanımsızlık kişiyi sorgulamalara iter. Ayrılık sorunu aslında ontolojik, varoluşsal bir soruna dönüşür ve kişiye ilişkiyi değil yaşamı sorgulatmaya başlar.

İşte tam bu durumda, insan bilinci tıpkı ilkel formlarda olduğu gibi mistik düşüncelere de sapar; bu anlamsız tanımsızlığın nedenini aramak için büyücü büyücü ya da falcı falcı koşar.

Oysa mistik tuzaklara düşmeden, varoluşsal kavramlara yakınlaşıp, çok farklı deneyim ve bilgilere de ulaşmak söz konusu olabilir. Sokrates’in sözünü biraz değiştirip, “kötü sevgili insanı filozof yapar” demeye dilimiz varmıyor ama, kötü biten bir ilişkinin voroluşsal konularda çok farklı açılımlar yapabileceği de kuşkusuzdur.

Bu nedenle, ayrılık acısı ne kadar yoğun olursa olsun, yaşamın devam ettiğini kabullenip, tanımları yeniden gözden geçirmekte büyük fayda vardır. Sevgili ile yeniden tanımlanmış olan her kavram ya da eylem biz varolduğumuz için vardır ve bizimle beraberdir. Karşıdaki kişiden bağımsızdır ve yaşam bu şekilde devam eder.

O halde sağlıklı bir ilişki için önce kendi içimizdeki erkeği ya da kadını tanımak gerekir. Eğer bunu yapabilirsek, hem kendimiz hem de karşımızdaki özgürleşir, özgür aşka biraz daha yaklaşırız. Aşk tam da ihtiyacımız olmadığı anda karşımıza çıktığında güzeldir. Tanımlar şaşmadan, kişinin merkezi kaymadan, birbirlerinin alanına girmeden, ortak alanda yaşandığı zaman güzeldir. İşte o zaman yukarıda da sözünü ettiğimiz, arzulanan aşk yakalanır.


Erkek, primer anima figürünü anneden aldığı için aslında, bir başka erkeğin, babanın dişisi olan anneden koparak kendi dişisini bulmak yönünde inisiyatik bir yolculuktur aynı zamanda. Gerçekten de erkeğin önündeki en büyük engel, trajik olarak annesidir. Bu sorumluluğu hiçbir zaman hissettirmeyen anne erkeğin eril enerjisinin çıkmasını da engeller. Erkek her zaman en güvenli liman olarak da burayı görür.

Bir başka trajedi de kadın tarafından yaşanır. Kadın bu şekilde erkeğini bir başka kadınla, erkeğin annesi ile paylaşmak zorunda kalır. Bu trajedi anne hayatta olmasa bile sürer.

Öykümüze erkeğin gözünden devam edelim.

Erkekte, Şövalye arketipi her zaman ağır basar. Şövalye dediysek, öyle yüceltilmiş şövalye değil, maceradan maceraya koşan şövalye... Erkek bu arketipin etkisinde macera arar. Ev hayatı ya da düzenli sevgili sıkıcı gelir. Arada macera yaşamak zorundadır. Karısından korkuyorsa kendini gösterebileceği tek yer işidir. Kendini işine verir. En yükseğe çıkmalıdır, en iyi saati takmalıdır, arabası iyi olmalıdır, iş yerinde başarılı olmalıdır vb...

Eğer erkek macerayı karşı cinsle arıyorsa bunu eninde sonunda yapacaktır. En kolay çözüm iş yerinde flörttür. Sonuç yatağa gitmese bile imalı bir kaç söz, arada yemeğe çıkma, işten sonra bir “kahve içme”, dozuna göre erkeğe bu macerayı yaşatacaktır.

Efsanelerde şövalye annesini bırakıp gidendir. Oysa bizim erkeğimizin içinde anne kuzuluğu her zaman vardır. Olgun erkek arketipi şövalyenin yanında bir de çocukluk arketipi prens beslenir. Bu da şövalyeyi aslında “annesi gibi” bir kadının arayışına iter. Her şeyi isteyen şımarık prens sorumluluk almak istemez.

Ancak erkek kendini geliştirecek bir kadın arayışını da sürdürmek ister. Öncelikle erkek bu sorumluluğu alamayacak durumda ve animasından habersiz ise durum çok trajiktir.

İşte bu noktada bu erkek ile ilişkide olan kadın için sancılı dönem başlar. Erkek çok naziktir. Çok coşkuludur. Çok aşıktır. En güzel sözleri söyler. Gelecek için hayaller kurar. Hep arar. Masal gibidir her şey. Sonra erkek bir anda ortadan kaybolur. Günlerce aramaz. Kadın merak içindedir. Sonra erkek çıkar. Kaybetmek istemediğini söyler. Ama bir müddet sonra yine ortadan kaybolur. Eğer kadın bundan sıkılmaz, beklerse, ya erkeğin hayatına birinin girmesiyle ya da erkeğin bu ilişkiyi sürdüremeyeceğini söylemesiyle sonuçlanır her şey...

Kadın biraz inatçıysa, durum daha ilginç olur. Eğer kadın vaktini arkadaşlarına ağlayarak ya da falcı peşinde koşarak geçirmiyorsa, yavaş yavaş durumu anlamaya başlar. Erkek olgun bir erkek değildir. Ya onu büyütecek ya da bu diyardan gidecektir. Eğer erkek ilk şıkkı kabul ederse, kadın için yine sancılı bir süreç başlar. Eğer kadın anne gibi davranırsa, erkek zamanla kadını anne olarak görmeye başlayacaktır. Bu ilk belirtilerini yatakta verir. Yok kadın erkeğin eril enerjisini artırabilirse, erkek bir zaman sonra büyümeye başlar, artık karşısında farklı bir kadınlık görür. Kaçamakları azalır. Sonuç peri masalı olmasa da erkek artık bir ilişkiyi kaldırabilecek haldedir.

Erkeğe bu olanları anlatmak kolay değildir. Öyle ya... Delikanlı adamın bunlarla işi olmaz. Oysa erkeğin büyümesi toplumun değişmesi için en önemli adımdır.

Animasını annesinden kurtaran erkek, gerçekten bu yeni duruma alışabilmiş değildir. Eski kalıpları terketmesi ona tanınmadık, bilinmedik, farklı bir anima sunar. Oysa erkek buna çok yabancıdır. Bir Terra Incognita olan bu anima erkeğin aslında aradığı sevgiliyi “deneme yanılma” yöntemi ile bulmasına neden olur. Erkek karşısına çıkan ve onu etkileyen kadına Anima figürünü yüklemeye çok heveslidir. Bu bilinemeyen gizemli Anima aynı zamanda tanrısal bütün özellikleri de üzerinde taşımakta, bir Tanrıça gibi gözükmektedir. Gizem perdesi henüz kalkmadığından erkek içindeki bütün tanrısallığı bu Tanrıça’ya yükler, dolayısıyla yeni sevgilisi bu sıradışı nitelendirmeden payını alır.

Erkeğin gözünde bu kadın artık bir Tanrıça’dır. Erkeklerin bu tür tutumları, önceleri kadınlar tarafından anlaşılmasa da, zamanla kabul edilir ve kadın da o rolü oynamaya çalışır.
Bu deneyimin aslında cinsel değil dinsel bir dürtüyü ortaya çıkarttığını Johnson(We, Romantik Aşkın Psikolojisi, 1993) ortaya çok ilginç bir biçimde koyar:



ERHAN ALTUNAY

Hiç yorum yok: